Fotoğraf: Kyo- Autumn Walk
Dağ yolundan yukarı doğru, anayoldan saparak bir patikada tek başıma yürüyüşe çıktım. Yarı açık bulutlu bir hava, serinliği tenini sarıyor, daha bir dinçsin daha bir diri. Severim serinliği. Yüksekten geçen beyaz bulutların altından bir berraklık yayılıyor uzama, seslerde daha kristal, uzayan görüş mesafesi. Hele, her şeyin kokuştuğu nemli ve sıcak bir yaz sonrası dallardan süzülen güzün hüznü ise bambaşka. Işık oyunları, renklerin her bir tonu, demlenmiş bir doğa, öyle ki ortalıkta benden başka bir eğretilik yok. Mevsimlerin bilge ihtiyarıdır sonbahar. Bu Sonbaharın gelecek Bahardan haberi var mı ey İhtiyar? Sen! Ölümlerden korkmayan. Gittiğinde yasını tutmalı mıyım?
Yürüyorum ve düşünüyorum;
“Tarih tekerrürden ibarettir” sözü kadar bir devrimcinin sinirini bozan cümle var mıdır? Bilemiyorum. Ama yaşananlar gerçekten umut kırıcı. Kitapları yeni yerlerine dizerken Nezihi Gülcüoğlu’na ait 1983 tarihli bir şiire rastlamıştım gündüz;
Eurovision açmazına
Burnumuzu gene soktuk.
Şu “Opera” şarkısında (!)
Her şey vardı, bir “biz” yoktuk.
Diyordu. 1983 nere 2007 nere? Değişen bir şey yok diyenler haklı? Bense 2007 yılında durumun daha da kötü olduğunu söylüyorum. Binlerce yıldır süren Batıya yürüyüşümüzün bir başka geri adımındayız, hani mehter takımınınki gibi, iki ileri, bir geri. İşte o geri adım. “Biz” artık oradayız, ama artık ne onlarız ne de kendimiz, iki arada bir derede kalmış bambaşka bir hilkat garibesine, sanki imalat hatası bir ara canlıya, bir mutant’a dönüşmüşüz. Onlara benzemeye çalışırken onlardan biri olamadığımız gibi ne olduğumuzu da unutmuşuz nicedir. Sahi biz neydik?
Bazen toplumları, tepeden inme bir biçimde, sürekli bir yerlere doğru çekerek dönüştürmeye çalışmak ve koşulları zorlayarak bin bir sıkıntı içinde yaşamı tüketmektense, insanları kendi toplumsal evrimlerinin doğal gidişine bırakıp sana sunulanlarla yetinmeyi bilmek mi gerekir acaba, diye düşünürüm. Oysa, onlara dönüp sorduğunuzda her bir yurttaşınız, asla toplumun kendi kaderine terk edilmemesi gerektiğini söyleyecektir size. Bunu gerçekten içten ve inanarak söylemektedirler. Ancak iş uygulamaya gelince, “hadi” deyiverdiğiniz anda kimsecikler kalmaz ortalıkta, sanki cami avlusunda yemlenen güvercinlerin arasına biri koşmuş da hepsi havaya uçmuş gibi. Güvercin yürekli halkım, ürkek ve tedirgin. Oracıkta yan çizerek bu çabayı bir başkasından bekleyecek, bunun özellikle yöneticilerin görevi olduğunu söyleyerek bireysel olarak kendilerine sunulanlarla yetinme eğilimine gireceklerdir. İnsanlık tarihinde büyük toplumsal dönüşüm projeleri nadiren gerçekleştirilebilmiştir. Toplumlar devrimlerden çok, genellikle kendi evrimsel çizgileri doğrultusunda dönüşmektedirler. Tıpkı bir nehrin denize ulaşırken çizdiği anlamsız! zigzaglar, kıvrılmalar, kollara ayrılmalar, birleşmeler, daralmalar, yayılmalar, hızlanmalar, yavaşlamalar, yeraltına inmeler, hatta yolda kurumalar gibi toplumlarda doğrusal bir evrim çizgisi izlemezler. Bunda, göçler, savaşlar, ticaret, sinema, müzik, spor, yazın ve nihayetinde internet gibi toplumlar arası kültürel girişim dalgaları ve coğrafya, iklim ve çevre gibi doğal koşullar ve felaketler belirleyici rol oynarlar.
Bir önceki “Sazlık Tanrıları” başlıklı yazımda “Kültür, toplumsal dokunun dalgalandığı açık havzada din ile sürekli girişim halinde sönümlendirici girişim saçakları, irgitimleyici, hatta sıçratıcı (indüktif, impulsif) girişimler üretebilir.” demiştim. Konu biraz yüzeysel geçilmiş oldu. Toplumların kültürel girişimlerini fizikteki dalgalara benzetmek ilk anda kulağa yabancı gelebilir, ancak kültürün özellikle iletişimin internet ortamı, interaktif medya ve telekomünikasyon uygulamaları ile kapalı bir havuz olmaktan çıkıp tüm kültürlerin girişim halinde olduğu açık bir havzaya dönüşmüş olduğu artık küresel bir gerçekliktir. Bu havuzda tüm kültürler bir diğeri tarafından acımasızca asimile edilmektedirler.
***
Bir ağacın dibinde bekliyordu beni. Beklemese şaşardım. Selamlaşmadık bile. Sadece donuk bir bakış, sitemli biraz, ya da bana öyle geldi. Geç mi kalmıştım? Olabilir, 2700 yıl kadarcık bir gecikme. Kırışıklar içinden hayır, diyen yaşlı gözleri gördüm, çağların geciktirmesi ayrı senin kişisel gecikmen ayrı! Anlaşıldı, bir huzur yok bugün yine. Başladık yürümeye.
Önden yürüyordu Yaşlı Bilge. Tersi düşünülemezdi. İyi. Hızlı yürümeyi zaten sevmem. Hele dağda bayırda iken hiç sevmem. Çünkü hedeflere inanmam, yolun sonundaki varışlara inanmam. Hele varışlardaki sıralamalara; şu birinci, bu ikinci, sonuncu daha gelmedi… İnanmam, çünkü yaşam yolun sonunda göğüsleyeceğin ip değildir, yaşam yolun ta kendisidir. İyi bakmalı yolcu etrafa, algılamalı, kavramalı ve bilmeli. Hızlı gitmekle yol kısalmaz.
Çin araştırmacısı ve Lao Tzu’nun ölümsüz yapıtı Tao Te Cheng’i çeviren Alman R. Wilhelm Lao Tzu’nun bir sosyal evrimci olduğunu söyler. Lao Tzu’ya göre: Halk, yöneticilerin baskısı altında inliyor, ama baş kaldıracak gücü kendinde bulamıyordu. İnsan ilişkilerinde töreler, sevgi, adalet gibi kavramlara gene büyük erdemlerin adı gözüyle bakılıyorsa da, açgözlülük, çıkarcılık alıp yürümüştü. Bu koşullarda, düzeni geri getirmek için gösterilecek her caba, düzensizliği daha da artıracaktı. Dıştan zorlamalar hiçbir şeyi düzeltemeyeceği için, toplumun çektiği hastalığı kendi gidişine bırakmak, böylece Doğa’nın iyileştirici gücüne sığınmak en doğrusuydu: Lao Tzu’nun 5000 resimyazıdan oluşmuş yapıtının anlamı işte budur!” Benzer bir “Doğa’ya dönüş” düşüncesini 18 yüzyıl ortalarında Rousseau da öne sürecekti.
Nitekim Lao Tzu;
Yetenekliyi yeğlemezsen,
hiç kimse birbiriyle bozuşmaz.
Değerli nesneleri biriktirmezsen,
hiç kimse hırsızlık yapmaz.
İstek uyandıran şeyleri sergilemezsen,
hiç kimsenin yüreğinde kargaşa çıkmaz.
Bu yüzden gerçeğe ermiş kişi şöyle yönetir:
Yönettiklerinin yüreklerini boşaltır, karınlarını doyurur,
İstençlerini zayıflatır, kemiklerini güçlendirir.
İstekleri olmamasını,
bilgisiz kalmalarını sağlar.
Bilenlerin,
eyleme kalkışmalarını önler.
Yaptığı,yapmamaktır;
işte böyle oturur her şeye yerli yerine.
….
Yer ile Gök iyiliksever değildir.
Yer ile Gök için insan kurbanlık bir koyundur.
Gerçeğe ermiş Kişi de iyiliksever değildir.
Onun için de kurbanlık koyundur insan.
Sizler başka şeyler görebiliyor olabilirsiniz ama ben bu bilgece sözlerde ilk bakışta, Çin komünist deneyiminin ve komünizmin arkasından gelen katı devlet kapitalizminin derin izlerini bulur gibiyim.
Özellikle;
Gerçeğe ermiş Kişi de öyledir;
Bütün varlıklar ortaya çıkar,
onların hiç birinden
kendini uzak tutmaz
Üretir, ama kendinin kılmaz.
Etkilidir, ama her şeyi elinden çıkarır,
İş yapılıp bittiğinde.
Sözlerinde. Hiçlikte sağlanan denklikten, yönetenlerin acımasız kesinliklerine değin izler ve kökler. “Bilenlerin, eyleme kalkışmalarını önler.” Dizeleri, sadece güdümlü aydınların var olabileceği bir düzenin öngörülmesi açısından özellikle ilginç. Komünizm ve faşizmin ilginç bir bileşkesi. Karşımda sanki, mal mülk derdini çoktan aşmış, yaşamın anlamını kavramış, sınırlarını gayet iyi bilen, görevine ölümüne sadık, ketum bir çekik gözlü dikiliyor. 2700 yıl öncesinden gelen bu sözlerde ataerkil ve erkek egemen bir toplumda otoritenin sağlanması adına bireyin, “yönetilebilir” bir bireye, bir kişi olmaktan çok, bir “hiç”e dönüştürülmesinin gerekliliği anlatılıyor. Bu hem de “Kişi olabilmek” adına; Kişi olmanın yolu önce bir “hiç” olmaktan geçiyor. Kişinin kendini türlü anlamlarla kutsadığı, her bir ediminde derin gizemler ve mesajlar aradığı post modern “kışkırtılmış Ben”e karşı “bir hiç olan Ben”…
Bunlar gerçekten, üzerinde düşünülmesi ve sorgulanması gereken, ezber bozucu, adamı çivi gibi yerine mıhlayan sözcükler. Modern toplumlarda bunun karşılığı nedir, bilgi toplumunda halk nasıl uyuşturuluyor ve avutuluyor diye projeksiyonlar yapılması gereken sözcükler. Çünkü her ne kadar rahatsız olsam da, hayır böyle olmamalı desem de, toplumların yönetim uygulamalarındaki çıplak gerçeğin bu olduğunu yadsıyamıyorum. Bir cümlenin gizli öznesi gibi bir gerçek, dile gelmese de apaçık orada. Otoritenin sağlanması adına Hiçleştirilmesi gereken bir halk.
Bizler bu durumu, düşünen insan için bir facia diye nitelerken, Lao Tzu bir gereklilik olarak sunuyor. Hatta bir olmazsa olmaz deyip, kutsuyor da. Üstelik bununla da yetinmiyor, düşünceyi ve onun ürünü olan bilgiyi de aşağılıyor. Biz de sık sık halklar layık oldukları biçimlerde yönetilirler demiyor muyuz?
Yaşamı bir şekilde sürüp gidiyorsa, sıradan insanın dönüşüm talebi, bunun koşutunda da siyasal yaşamda yer alma talebi, salt bilgilenme bağlamında olsa bile ne kadar olabilir ki? Sıradan insanı ilk anda doğrudan ilgilendiren konu ancak kendi ekonomik durumuyla ilintili olan konulardır. Çünkü ekonomik durumun, en ilksel düzlemde, insanoğlunun ağız-anüs mahkumiyetinin toplumsallaşmış hali olduğunu biliyorsunuz. Karnı tok sırtı da pek ise ona dokunmayan yılan bin yaşasın.
İkilemlerinin artışı filozofun yaşam kaynağıdır. “Dünyanın bütün kitapları doyuramaz açlığımı. Neler neler okumadım. Ama yine kafamın açlığından ölüyorum. Kavrayışım arttıkça bilgim eksiliyor.” Diyor hapsedildiği ölüm hücresinde Campanella. Her biri bir servet değerinde olan çelişkileri ve ikilemleri olmasa, dört duvar arasında delirmeden yaşayabilir miydi filozof? Peki, onları dile getirmeseydi oraya düşer miydi? Bu ikilem üzerine de birkaç yıl düşünülebilir.
Çelişkilerin artsın,
ikilemlerle gönen!
Uzun yaşa ey filozof.
Bir filozofla ideolog arasındaki farkı şöyle betimleyebiliriz. Büyük bir taş düşünün. Filozoflar ortaya konmuş bu taşın farklı yönlerine oturup, taştan kendilerine yansıyan ışığın onlarda yarattığı izlenimleri çevresindekilere aktarırlar. Yani taşın kendilerindeki tezahürünü, doğadaki anlamını vesaire… İdeologlar ise taşın aslında orada değil başka bir yerde olması gerektiğini iddia ederler. Taşın durduğu yerin en iyi yer olduğunu bu yüzden de yerinde durması gerektiğini söyleyen ideologlar da vardır. Filozoflar taşa en güzel hangi açıdan bakılması gerektiği üzerine tartışırlarken, ideologlar taşın nereye konması gerektiği üzerinde anlaşamamaktadırlar. Bu tartışma bitmez tükenmez, ta ki bir devrimcinin “yeter” diyerek ortaya çıkması ve taşı oradan sürüklemesi ya da onu paramparça edip temelli yok etmesine kadar. Filozof ve ideologların bu yeni duruma alışmaları uzun sürmeyecektir. Hemen, taşın sürüklendiği yerde ya da başka bir taş etrafında yeniden konumlanacaklardır. İşte bu da filozof ve ideolog takımının bir devrimci karşısında ve bir devrimcinin de toplumun kaderciliği karşısındaki dramıdır. Bir olasılık daha vardır ki o da bir diktatörün ortaya çıkıp filozofların da ideologların da bu çok bilenlerin hepsinin köküne kibrit suyu ekmesidir. İbretlik olsun diye de taş öylece yerinde bırakılır ve zamanla diktatörün gücünün sembolü haline gelir.
Aslında Lao Tzu’dan çok eski bir gelenekten, bana göre toplumsal mutluluğun anahtarı olan “imece kültürü” üzerine de bir şeyler duymak isterdim. Kalıcı mutluluk ve barış, birlikte bir şeyler üretebilen insanlarla mümkündür, ne rekortmenlerin ne de yarıştan elenenlerin mutlu olabilmesi diye bir şey söz konusu olamaz. En iyileri seçip, ortalamanın altında olanları süpürmeye dayalı sistem, mutsuz insanlar yaratan toplum modelidir. O da buna “Yetenekliyi yeğlemezsen, hiç kimse birbiri ile bozuşmaz” diyerek son derece esnek, ayetvari bir açıklama getiriyor.
Çin felsefesi neredeyse agnostik biçimde Tanrıyı ve onun mekanı “öteki dünya”yı tüm bilinemezliği ile baş başa bırakarak somut olana yönelmiş ve Tanrı’dan bağımsız çeşitli ahlak sistemleri ve öğretiler ortaya çıkarabilmiştir. Ne günah-sevap ne de cennet-cehennem düalitelerine gerek duymaksızın akla dayalı bir inanç sistemi ortaya koyabilmişlerdir. Akıl yoluyla ulaşılmış bilgi ve bu bilgiyle çağları aşarak zaman üstü bir töre haline gelmiş ahlak, toplumsal yapı ile örtüştüğü ve bireyden geri besleme alabildiği için toplumsal düzenin sağlanmasında Tanrılara gerek duyulmamıştır. Ne şevkatlisine ne de zalimine. Hatta bu sistemde belirgin bir ödül ve ceza anlayışı da yoktur. Törel ahlak hepsinin üzerine çıkmıştır. Kişi, bir şeyi yaparken sadece ve sadece öyle yapılması gerektiğini bildiği ve bu bilgiyi içselleştirdiği için yapmaktadır. Töreye karşı gelen toplum tarafından dışlanır ki bundan büyük bir utanç yoktur. Aslında buna inançtan çok öğreti demek daha doğru olur.
Bu olgu aynı zamanda Çin toplumunun Orta Doğu ve Avrupa’dan farklı olarak Egemen’e çalışılan klasik feodaliteyi ve kapitalizmi yaşamadan geçmiş olduğu tezlerine de destek verebilir. Bu yüzden Çin’in imparatorlukları, derebeylikleri, komünizmi kapitalizmi de kendine özgüdür. Geleneksel Marksist kuramcıların her zaman zorlandıkları bir saha olmuştur Çin Komünizmi ve Mao. Şimdi de tüm küresel kapitalist teorisyenlerin baş belası durumundadır. Çin Sendromu, üretim gücü ve o yarı eklemlenmiş haliyle, Dünya ekonomisinin en tehditkar yapısını teşkil ederken, muazzam bir sermaye birikimiyle de tüm ekonomistlerin, fon yöneticilerinin ve neredeyse tüm ekonomik alanların tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi dikilmektedir. Hem de çağlar öncesinden aynen gelen o ketum çekik gözlü yüzüyle.
Yine de Lao Tzu'da monolitik bir yaklaşım içinde “Varlığın Birliği” felsefesini net biçimde görebiliyoruz.
….
Bu adam harbi canımı sıkmaya başladı; yok yaprak yığınlarına basma kayarsın, yok rüzgara karşı işeme ayaklarına sıçrar, yok dalın çatırtısı, kuşun şakırtısı… Hoca, al şu petleri, bak şuradaki kaynaktan su doldur. Dur, şu Ufağı da al yanına suya koy, O ne mi? Anlamazsın sen, hayat suyu hayat, ab-ı hayat, taşlarla çevir etrafını da su götürmesin, ben mangalı yakarken soğusun orada. Yok köfte etmiş, yemezmiş, sucuk da zaten kokarmış. Cebinden bir elma çıkardı, vejetaryen ayaklarında ya, yiyecek. Diş geçiremedi, nasıl geçirsin? çene sağlam ama diş yok ki. İyide, O orada elma dişlerken ben burada nasıl cızbız yaparım yahu? aklıma birden Usta’nın
Bütün varlıklar ortaya çıkar,
onların hiç birinden
kendini uzak tutmaz
sözleri geliverdi. Kendi sözleriyle avladım, İhtiyarı. Çömezinin mezuniyetini gören Guru’lar gibi gizli bir sevinçle ışıldadı gözleri; yükselen dumanların arasından havada kaptı fikrimi. Sucuklarda ne kokuyor mübarek! Doldurdum kadehleri, aç karnına iki tek attı, maymuna döndü seninki. Saki mi lan bu? yudum yudum içsene! Köfteleri lüpletirken, hayatın gerçek anlamını asıl şimdi bulmuş gibi mütemadiyen sırıtıyor karşımda. Sucuklara dokunmadı. Dokunuyormuş! Biz de yedik! Et yediğin anlaşılmasın diye yemediğini anlamayacak kadar salağım ya, neyse…
Gözlerinde
Uzak dağlar yansıyor,
Yusufçuk böceğinin.
Oh kebap, karnı doydu tatlı niyetine Haiku okuyor. Dervişin tatlısı da haiku olur. Yansıyor yansıyor, yansımaz mı? Sen bir tek daha at bak, Nepal’i bile görürsün yattığın yerden Yusuf’un gözlerinde. Al işte olacağı bu, şimdi de sızdı, işin yoksa ayılıncaya kadar bekle…
Etkilidir, ama her şeyi elinden çıkarır,
İş yapılıp bittiğinde.
Yedin onca köfteyi, “İş yapılıp bittiğinde nasıl çıkaracaksın” bakalım. Gerini ısırgan yaprağıyla silme de… Ayıl bak sana neler anlatacağım ihtiyar, bıdı bıdı sabahtan beri, bir tek sen biliyorsun anasını satayım. Siz, Çan çin çonlar, uçkurunuzu tutamaz da böyle itin enikleri misali ürerseniz elbette katı disipline dayalı bir öğreti gerekir size. Onca adama, ver sınırsız özgürlükleri, sonra da kendini arayışlardan söz et. Gör bak neler oluyor? Baş edebiliyor musunuz bakalım?
Uzattım ayaklarımı buz gibi suya.
Kıl olurum, böyle hiç bir şey söylemeden bir şeyler söyleyebilenlere.
Fesat mıyım azıcık ne?
Derin derin nefes al oğlum!
Yapabilirsin sende.
Dalın çatırtısı, kuşun şakırtısı,
Rüzgarın uğultusu, derenin taştan taşa sekişi…
Nereden rastladım,
Kafayı çizdirtecek buralarda bana,
Bu Allah'ın Delisi.
Tuncay TEMİZ
15 Eylül 2007