Paltolar ve Cübbeler

18. 09. 15
posted by: Administrator

Face-off filmini hatırlar mısınız?

O filmde çok çarpıcı bir sahne vardır, tüm kurgusunun ötesinde. Nicolas Cage'in, Castor Troy kişiliğiyle arabadan inerken üzerindeki paltosunu inanılmaz bir şekilde havalandırarak yürümesi. Nicholas Cage filmde kötü olanı temsil etmektedir. Matrix'i ise bilmeyeniniz yoktur herhalde. Orda da gene bir palto adeta filmle birlikte sürüklenmektedir. Neo rolündeki Keanu Reeves'i, film boyunca bir simge gibi üzerinde taşıdığı uzun siyah paltosuyla matrixe karşı verdiği mücadelede hep yanyana görmekteyiz. Keanu Reeves ise filmde iyi olanı temsil etmektedir.

Bu filmlerdeki paltolar bana nedense hukukçuların üzerinde taşıdığı cübbeleri hatırlatmaktadır. Ben de uzun, siyah ve azametli bir paltoya sahibim: Bir avukat cübbesi. Dolabımda asılı durur ve benim için bir çok avukattan çok daha özel bir yeri vardır. Biz avukatların ya da daha geniş bir ifadeyle bütün hukukçuların sırtımızdaki cübbeyi havalandırarak yürüme isteği, inanın bu filmlerdeki sahnelerden daha az çarpıcı ve heyecan uyandırıcı değildir. Ama iş cübbeyi nasıl havalandırdığımızla ya da ne kadar havalandırabildiğimizle ilgili değildir. Keşke bütün sorunlar biz cübbelerimizi havalandırarak adliyelerde yürürken çözülebilseydi.

Ben de mesleğimi ilk seçtiğim andan itibaren idealist değerlere daha yakın durduğumdan, bu cübbeyi hangi amaçla havalandırmam gerektiğini iyi bildiğimi sanıyordum. Ama o cübbenin havalanması için biraz zamana ihtiyacım vardı.

Özellikle Erle Stanley Gardner’ın hayali kahramanı Av.Perry Mason’la biraz fazla teşrik-i mesai yaptığımdan bu mesleği seçtiğimde iyi olanın her zaman kazanacağı hikayesine çok fazla inanıyordum. Bir de savaşınızı bu alanda verirken üzerinize giydiğiniz cübbeyle bunun çok kolay olacağını sanıyordum. Tabii yanıldığımı anlamam gecikmedi. Çünkü her insan gibi siz de hayatın içinde çeşitli ikilemlere düşüyorsunuz. İkilemlerden biri de başlangıçta örneklerini verdiğim iki karakterin hangisinin daha karizmatik göründüğü yolunda idi; Nicolas Cage'mi yoksa Keanu Reeves mi? Hangisi paltosunu daha iyi taşıyor ve havalandırıyordu?

 

 

Bir süre bu çelişkilerle mesleğinizi sıradan bir şekilde icra etmeye çalışırsınız; ben de öyle yaptım. Fakat eğer içinizde bir kahraman olma ya da kendini kahraman gibi hissetme potansiyeli taşıyorsanız, bir süre sonra bu sıradanlığın imkansız hale gelmeye başladığını göreceksiniz. İşte o anda üzerinizde taşıdığınız cübbe titreşip, kıpraşmaya başlar. Adeta canlanır. Hadi biraz macera yaşayalım, unutma ki sen bir adalet savaşçısısın der gibi sizi tahrik etmeye başlar. Bu tahrike bir süre direnebilirsiniz; ne kadar direnebileceğiniz sizin dayanma kapasitenize bağlıdır. Ama eninde sonunda cübbenizin havalanma zamanının geldiğine inandığınızdan içinizdeki savaşçı kahraman canlanır ve şahlanmaya başlar. Benim içimdeki kahramanın şahlanması, benim için çok da hayırlı olmadı elbette. Çünkü ben Keanu Reeves’in ardından gitmeye karar vermiştim. Aslında Nicolas Cage’in yolundan gitseydim başarıya ulaşma şansımın daha fazla olacağını biliyordum. Hatta belki de en az onun kadar havalı bir şekilde yürüyebilirdim. Hatta adliyeye girerken cübbemi havalandırarak karizmamla herkesi darmadağın edebilirdim. Ama ben ne yaptım. Öylesine durdum. Nicolas’ın gözünün içine baktım ve ona: ''Çok havalısın biliyorum, başka şartlarda karşılaşsaydık senden çok etkilenebilirdim ama bunu yapamam. Çünkü benim inandığım şeyler, senin inandıklarınla aynı değil.'' dedim. Evet, aynen böyle söyledim.

O ise bana, sana inanamıyorum der gibi baktı ve ''Hala bu çocukça hikayelere inanıyormusun sen? Büyü artık ve dünyayı yeniden keşfet. Senin o düşündüğün şeyler ancak filmlerde olur.'' dedi. Onun söylediklerine aldırmadım bile. Nicolas'ı, o etkileyici bakışlarıyla orada öylece bırakıp, Keanu'nun peşinden gittim. Bu arada Keanu'nun bakışlarını Nicolas'ınkiler kadar etkileyici bulmadığımı da itiraf etmem gerekir. Ama ne yazık ki benim işlerim Keanu'nun ki kadar yolunda gitmedi. Sonradan bunun sebebini buldum. O kendisi seçmemişti yolunu. Onun için hazırlanmış bir oyunun başrolünü oynuyordu. Bense kendi bir başıma, boyumdan büyük işlere girişmiştim neredeyse. Gerçi ben de onun yaptıklarını hiç eksiksiz yaptım. Uzun siyah cübbemi giydim. Değerlerim yüreğimde, silahlarım olan hukuk bilgim ve sözlerimle bir savaşa giriştim. Ama tek başınaydım ve hiç bir rol tek başına oynanmazmış hayatta. Daha savaşıma yeni başlamıştım ki birden gözümün üzerine bir yumruk yedim adli sistem tarafından. Ondan sonrasını hatırlamıyorum zaten. Hatırladığım tek şey cübbemin beni boğmaya çalıştığı idi. Meğerse o cübbe varolan adalet sistemine görünmez bağlarla bağlıymış. Ve en önemli unsuru gözden kaçırdığımı da daha sonra anladım. Değerler öyle yürekte taşınmazmış. Değer dediğin cepte taşınırmış. Cübbemi havalandırarak yürüme isteği duyduğum adliyenin bir film perdesi kadar renkli ve hareketli görüntüsü kayboldu, soğuk ve renksiz taş duvarlar halini aldı ve ben yattığım yerden kendimi taş duvarlara bakar buldum; size yalnızlığınızı daha çok hissettiren o taş duvarlara. Gözümdeki acıyla kim olduğumu hatırlamak için uzunca bir süre düşünmek zorunda kaldım. Beni ayartan içimdeki kahraman zaten o anda tüymüştü. Keanu şekil ve boyut değiştirip mistik aleme dalmış ve bir daha çıkmamıştı. Nicolas ise çoktan terk-i dünya eylemişti. Yalnız kalmıştım ve yeniktim. Bütün değerlerimi yeniden gözden geçirmek zorundaydım. Bende değerlerimi cebime yerleştirmeye çalıştım ama bir türlü sığmadı. Cebim mi küçüktü yoksa değerlerim mi fazla büyüktü bilemiyorum ama sonuçta onların gene yüreğimde kalmasına karar verdim.

Bu süreçte değişen ne oldu derseniz eğer, değişen bazı şeyler oldu elbette. Bunların en önemlisi ise kendimi aradığım bu dönemde spiritüalizmin hayatıma girivermesi oldu. Önümde bütün görkemiyle beliren ilk kapıyı, biraz da korkarak açıverdim; benim gibi kendini arama yolculuğuna çıkan bazıları gibi. Başlarda gerçeği söylemek gerekirse, tabiri caizse korkudan kanım dondu. Çünkü her ne kadar gerçek hayattaki sahteliklerden ve değer anlayışından hoşlanmıyor idiysem de, gerçek hayat iç yolculuğu kadar ürpertici değildi benim için. Gerçek hayatta çok korktuğunuz an, en fazla ölüverirsiniz. Oysa bu öyle bir yolculuktur ki, hayatın gizlerini ve kendinizi keşfetmek, eğer kaderinize yazılmışsa isteseniz de ölemiyorsunuz. Bir kapı, hep başka bir kapıya açılıyor. Geri dönme şansınız yok ve bir sonraki kapının ardında ne olduğunu da merak ediyorsunuz zaten; korkudan da ödünüz patlarken. İlginçtir ki, daha önce kahramanlığa soyunurken ben, şimdi egomu sıfırlamaya uğraşıyordum. Bu arada bilumum sembollerle haşır neşir olup, bulmacanın eksik parçalarını yerleştirmek için çaba harcıyordum. Nasıl bir öz taşıyorduk içimizde. Biz kimdik. Ben kimdim. Ben, kendini keşfetme yolculuğuna çıkmak doğduğu anda kaderine yazılmış olan bir insandım. Buraya kadar olanı yaratıcıya, bundan sonrası bana aitti. Sonra diğerlerini keşfettim. Onlar da insandı; ne tesadüf. Biz hepimiz birdik. Ama bir çoğu bunun farkında bile değildi. Birleştiğimizde her yeri cennet yapabilirdik, gene birleştiğimizde cehennemi yaşayabilirdik. Tek başına da cennet ve cehennemi yaratabilirdik, buna kudretimiz vardı. Ama benim cennetim bir başkasının cehennemi olabilirken, bir başkasının cenneti de benim cehennemim olabilirdi. Her seçim içiçe geçmiş cennet ve cehennemlerle doluydu. İstediğin gibi seçebilirdin. Ben de seçtim.

Cübbemi dolaptan çıkardım, karşıma aldım. Birbirimize uzun uzun baktık. Enerjilerimiz çarpıştı. Havalandı; bana nispet yaparcasına. Ona baktım, çok etkileyici görünüyordu.

Ona gülümsedim ve o siyah, görkemli ve havalı cübbenin azametini bir kahraman gibi taşımaktansa, spiritüelliğin basitliğini ve sadeliğini yaşamanın bana kendimi daha iyi hissettirdiğini düşündüm.

Dolapta asılı duran o siyah cübbeyi giymeye devam edecektim elbette ama bu sefer onun sadece bir kumaş parçası olduğunu hiç unutmamaya karar verdim. O bir insan değildi, ona anlam katan bizdik. Tıpkı filmlerdeki kahramanlar gibi.

Nicolas Cage’i ve Keanu Reeves’i durdukları sinema perdesinden gülümseyerek izleyip, onlara el sallayacağım. Ve paltolarının da onlara hep çok yakıştığını düşüneceğim.

 

Aylin Yabanoğlu