6O’lı yıllarda doğduğumda bunun başıma gelen en büyük felaketlerden biri olduğunu bilmiyordum elbette; sonradan öğrenmem de biraz sarsıcı oldu, hele tiki gençliği tanıdıkça… Bilseydim öte tarafla yeniden bir kontrat yapar, 2000'li yıllarda “Bağdat Caddesi”nde doğmak istediğimi söyler, anlaşma şartlarını yeniden düzenletirdim ve özellikle tiki bir genç olmak istediğimi kontrata muhakkak ekletirdim.
Bir sis perdesi ardında geçen çocukluğumun ilk üç beş yılının ardından (ilk bir iki senesi tamamen hafızamdan çıkmış nedense) ve hatırlayabildiğim ilk yıllar karambol içinde geçtikten sonra, karambolden ilk golü yemem de elbette gecikmedi. Malum memur çocuğuyuz; o dönemlerde zaten çocuklar ya memur ya da işçi çocuklarıydı; geri kalanın ne olduğunu pek bilemiyorum ama sanırım tiki çocuklardı.
Babamın doğduğum yer olan memlekete yakın bir ile tayininin ardından, lojman hemen çıkmayınca, başlangıçta geçici bir süre olarak kararlaştırılan bir süre, babam hariç ailemin geri kalanı (annem ve ben de dahil üç çocuğu) memlekette olan dede evinde ikamet etme ve babamızın her hafta sonu yanımıza gelmesi olarak belirlenen süreç, tabii ki ilerleyen zaman içinde bizim orda yaklaşık üniversiteyi kazanana dek kalmamız ve babamın da zaman zaman her haftasonu, zaman zaman da 15 günde bir haftasonu yanımıza gelmesiyle sonuçlandı. Tabii biz o dönemlerde “Bağdat Caddesi” denilen bir caddeden elbette ki bihaberdik. O yıllarda henüz televizyonlar evlere yeni yeni girmeye başlamıştı. Babamız okul dönemimizi olumsuz etkileyeceğini düşünerek televizyon almamakta direniyordu ve bahane olarak da renkli televizyonun çıkışını beklediğini ve renkli televizyon alacağımızı ileri sürüyordu. Bu yüzden ailenin kendisi hariç geri kalanının yoğun baskısına uzun süre direndikten sonra, ben ilkokul son sınıfa henüz geçmişken annemin bu renkli televizyon hikayesine artık tahammül edemeyerek gerçekleştirdiği bir eylem sonucu, televizyonu ailenin bir üyesi olarak eve sokmayı başardık. Artık evine ilk kez yeni televizyon giren bütün aileler gibi biz o zamanlar haftanın belirli günleri yayınlanan televizyon programını, istiklal marşının okunması ve bayrağın göndere çekilmesinin ardından kulakları tırmalayan frekans sesine kadar izlerdik.
Tabii bizim o dönemlere göre fütursuz sayılabilecek şekilde sürekli televizyon izlememizin babamda oluşturduğu rahatsızlık hissinden dolayı, bu televizyon hamlemize karşı babam da yeni bir hamle geliştirmekte gecikmedi ve o yıllarda televizyonun arkasına kondurulan portatif anteni her yanımızdan ayrıldığı gün olan Pazar günleri öğlen vakti sevgili televizyonumuzdan ve elbette ki bizden ayırarak evimize yakın oturan teyzemizin evinde geçici istirahate yollamakta bir an bile tereddüt etmedi. Bu anten transferini ise üç kardeşten biri anteni omuzuna atıp götürerek yapıyordu ve bu bizim için resmen bir utanç kaynağıydı.
Television - Julia Gilmore
Babamın bir sonraki gelişine dek geçen süreç içerisinde ders çalışmak, oyun oynamak ve benden bir yaş büyük ağabeyimle şehrin tek kütüphanesini ziyaret etmekten başka yapacak bir işimiz yoktu. Bir çocuğun başka ne işi olabilirdi ki zaten... Ama bize göre en önemli işimiz televizyon izlemekti, bu yüzden aklımız hep televizyonumuzu babamın yokluğunda nasıl tekrar canlandırabileceğimiz üzerinde yoğunlaşmış vaziyetteydi; belki o dönemlerde “Bağdat Caddesi” nde ikamet eden çocukların hiç böyle sorunları yoktu. Bu yüzden ben hep tiki olmak isterdim.
Aksesuar statüsüne terfi eden televizyonumuza anlamsız anlamsız baktığımız bir kaç haftalık dönemin ardından, bu konu üzerinde bir süre kafa patlattıktan sonra ağabeyimin parlak zekası buna elbette bir çözüm üretmekte gecikmedi. O zamanlar halamlardan bize transfer edilen metal çubuklardan oluşan kurmalı oyuncak dediğimiz alet edevattan yapay bir anten üretmeyi başardık; geriye kalan tek şey antenin televizyona giren parçalarıydı. Üç kardeş aramızda görev paylaşımı yaptık. Anteni teyzeye sırtında taşımak görevi o hafta hangimize verilirse, onun o parçaları yerinden çıkartarak abime teslim etmesi gerekiyordu. Teyzemiz, babamın teyzesi olması sebebiyle bizi babama gammazlamakta asla tereddüt etmezdi ama allahtan bu teknolojik harikalardan(!) asla anlamıyordu, ta ki evde televizyon izlerken basılana kadar…
Televizyon anten girişleri o haftasonu anten teyzeye yol alırken sessizce o hafta anteni taşıma görevi ağabeyime verilmişti; ağabeyim kardeşimin babamın husumetinden bir parça korkması sebebiyle bu işi yapamayacağı endişesi duyduğundan görevi kendi üstlenmişti (elbette ki bu yasadışı eylem hazırlığı hususunda bana olan güveni tamdı) anten girişlerini sökerek eve getirdiğinde babamın gidişini yapay antenimizi televiyonumuza takarak kutladık; televizyonumuz tekrar hayata görkemli bir dönüş yapmıştı. Ve o geceyi annemin “sizi babanıza söyleyeceğim” şeklinde kurusıkı tehditleriyle -ki bunu hiçbir zaman yapmayacağından adımız gibi emindik, çünkü televizyonun eve girişinde birlikte çalışmıştık; bizi satmazdı- ve bizim bu tehditleri asla kaale almamamız ve zaferimizi o gece kahkahalar atarak kutlamanın çocukça sevinciyle gene televizyon yayınını sonuna kadar izleyerek geçirdik. Tabii “Bağdat Caddesi” çocuklarının böyle sevinçleri o yıllarda herhalde yoktu ama onların muhakkak bizim sevinçlerimizden daha büyük sevinçleri vardı; ben bu yüzden “Bağdat Caddesi” ni o yıllarda bilmememe rağmen içgüdüsel olarak hep oralarda yaşayan bir çocuk olmak istediğimi hissederdim.
Bir süre gündüzleri oyun oynayarak ve akşamları televizyonumuzu izleyerek zamanımızı geçirdikten sonra, bir akşam teyzemin bize ansızın baskın yapmasıyla -ki bu konuda babamdan ara ara bizi kontrol etmek maksatlı bir talimat alarak bu baskını gerçekleştirmesi muhtemeldi- olay açığa çıktı; teyzemin onca yalvarmalarımıza rağmen bir dirhem yumuşamayarak, o haftasonu babam geldiğinde bizi babama derhal ispiyonlaması ve babamın dişlerini gıcırdatarak bize bakıp, sonradan yaşamımızda özel bir yeri olacak bir matematik ders kitabını ortaya çıkarması gibi ağır bir cezaya çarptırılan bu yasadışı eylemimiz o gece nihayete erdi. Ve o hafta bize çözümleri asla olmayan matematik problemleri üzerinde çalışmamızı içeren bu ceza ile başbaşa bırakıp, anten girişlerini cebine atarak şehri terkedip gittiğinde, bu melun ders kitabı yüzünden hayatımın geri kalanında, sonradan sürekli su kaçırdığını farkettiğim bir havuzun problemleriyle uğraşmak zorunda kaldığım her anda, bizim okuyup adam olmamız için çabalayan babama rağmen tiki olmanın dünyadaki en hafif ve en güzel duygu olduğunu farkettim, hiçbir zaman ulaşamayacağım ama her zaman özlem duyacağım bir duygu…
İşte ben o gün hayatımda bir televizyonu nasıl çalıştıracağımız üzerinde düşünmeyi değil, “Bağdat Caddesi” nde güzel bir bahar havasında, bir o yana bir bu yana salına salına yürüyüp, sağa sola göz süzüp dolaşan bir tiki olmak istediğimi farkettim.
Sonradan her güzel bahar havasında hep bir anteni sırtıma atıp o güzelim havada teyzemizin evinin yolunu tutuşumuzu anımsadım.
Bu yüzden ben her bahar geldiğinde hep kendimi dışarı atıp sırtımda anten varmış gibi bütün frekans boylarına açılırım.
Ama özellikle de tiki frekansına…
Aylin Yabanoğlu